“Çiçek açsın mı gönlünüz? O zaman tebessüm ediniz zarifçe, tüm anlamsız boş hüzünlerinize.”
Sabahattin Ali’nin biyografisi için internette epeyce araştırma yaptım. Baktım ki bütün anlatımlar şu cümle ya da benzerleri ile başlıyor; “25 Şubat 1907 doğumlu Türk yazar ve şair.”
Önce düşündüm ki, neden herkesin ulaşabildiği bir bilgiyle size bir edebiyatçıyı anlatmaya çalışayım. Aslında bir yazarı en iyi eserlerinden tanırsınız, bu aşikâr. Ama bir de dünya görüşünü, belki siyasi bakışını ya da buna benzer fikirlerini biraz bilmek gerekir. Hele ki okurken, salt bir hikâye okumak istemiyorum, altındaki düşünceyi, nereden geldiğini bilmek istiyorum diyorsanız, en azından o yazarın yaşadığı yere bakışı ile ilgili biraz olsun bilginiz olması gerekir.
O yüzden ben de, elimden geldiğince tarafsız olarak, yine elimden geldiğince fikirlerini ortaya koyan olayları anlatmaya çalışacağım.
Sabahattin Ali aslında hepimizin, hatta şiirle ya da hikâyeyle ilgisi olmayanlarımızın bile tanıdığı bir isim. İsmini hayatınızda hiç duymamış olabilirsiniz belki ama illaki bir Sezen Aksu şarkısı dinlemişliğiniz vardır ya da Edip Akbayram’la kendinizi halk müziğine teslim etmişliğiniz en azından. Zülfü Livaneli’yle Leylim Ley’i bağıra çığıra söylemiş olanınız bile vardır eminim.
Kısacası, Sabahattin Ali siz istemeseniz de size bir zaman küçük de olsa bir ezgi katmış bir sanatçı. Siyasi yanı da bir o kadar güçlü bir edebiyatçı aynı zamanda. Sosyalizm sevdalısı, sisteme başkaldırma eğiliminde bir taraftar. Ki bu duruşunu az önce bahsettiğim şarkılarda, yani şiirlerinde çokça görebilirsiniz.
Misal Kuyucaklı Yusuf’u okumaya başladığınızda, günümüz dünyasında yaşanan haksızlıkların o zaman da var olduğunu, eğitim sisteminin, adalet sisteminin, yönetimin, kısacası tüm işleyişin değişmesi gerektiğini anlarsınız. Ali, yüz yıl önce bugünün portresini çizmiş ve saf gerçekleri yansıtarak ilk başkaldırısını yapmıştır.
Başkaldırışı bir nevi kabullenişle devam eder İçimizdeki Şeytan’da. İnsanın, sırf insan olduğu için hata yapabileceğinden bahsederken, sanki kendi hataları için af diler.
En sonunda ise her şeye boyun eğer. En değerlisini, Kürk Mantolu Madonnası’nı kaybeder, içinde kapattığı kapıları bu kez asma kilitlerle kilitler. Hiçbir şey değişmemiştir ve değişmeyecektir. Artık gitme vaktidir.
Ali’nin romanlarında, hikâyelerinde ve şiirlerinde anlattığı hayat kendi gerçekliğinin bir yansımasıdır aslında. Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlükçü politikaları kendi inançları ile çeliştiği için, fikirleri yüzünden memleketimin güzelim şehirlerini parmaklıklar ardından izlemeye başlar. Yazdığı bir şiirle memuriyetinden ve özgürlüğünden olurken, dört duvar arası yazdığı bir başka şiirle yine özgürlüğüne ve memuriyetine kavuşur.
Ve işte tam da bundan sonra, Kuyucaklı Yusuf’un kötü kalpli kaymakamı ete kemiğe bürünür gözünüzde. “Ben de şeytana uydum.” deyiverir belki de, inandıklarını kendince yalanlarken İçimizdeki Şeytan’da. En sonunda da vazgeçişini ve kaçışını çizer Kürk Mantolu Madonna’da.
Benim de naçizane hayranlığımı kazandıran ama bir o kadar da kendisinden uzaklaştıran olaylar da bu çember içerisinde yaşanıyor. Fikrini özgürce savunuyor ama özgür kalmak için kelimeleri geri yutuyor.
Aslında hiçbir düşüncesinden vazgeçmemişken attığı bu geri adım, beni düşündüren sanırım. Aslen fikirlerini paylaşmasam da, dik duruşlu oluşu, baskıya boyun eğmeyen yapısı ilk hayranlığımın sebebi idi oysaki. Elbette eserlerinin özgünlüğü ve anlatımı asıl hayranlığımı kazandıran.
Siyasi eleştiriye girmek istemiyorum, zira karşısında olduğu kişi ve kurumlar hakkındaki eleştiremeyen bağlılığım buna biraz engel, ayrıca tepede kim olursa olsun her yönetim kendini eleştirenlere sıcak bakmıyor; bugün de, dün de, yarın da; bunu biliyoruz.
Bu hikâyedeki en ilginç durum bu değil ama kanımca. Bu konuların hiç konuşulmaması. Sebep belki Atatürk ve beraberindeki hükümetin eleştiri almasını engellemek, belki de Sabahattin Ali’ye olan sempatinin azalmasını engellemek. Ne olursa olsun bunları halen açıkça konuşamıyor olmak hazin bir durum elbette. Sabahattin Ali’nin tüm hikâyesinin sonu düşünülünce daha da vahim hale geliyor durum tabi ki. Baskılara dayanamayıp yurtdışına kaçmaya çalıştığı sırada, sırf farklı düşündüğü için katlediliyor.
Kısacası, çarpıcı ve dopdolu bir hayat Sabahattin Ali’ninki. Ne zaman doğduğunun ya da ne zaman öldüğünün, kaç tane eseri ne zaman yazdığının ya da ne iş yaptığının sanırım çok da önemi yok, eserlerini doğrudan etkilemediği sürece. Eserleri hangi düşünce ve duygularla yazdığı ve neye mal olduğu daha çok önem kazanıyor.
Son olarak; hangi görüşte olursanız olun, saygıyla önünde eğilebileceğiniz, dünü okuyup bugünü görebileceğiniz bir yazar Sabahattin Ali.