Yazar olup da kendi hayatının izlerini kitaplarına ya da hikâyelerine taşımayan yoktur sanırım. Ama bazıları var ki, tüm hayatlarını bir edebi esere dönüştürmüş, bölmüş, parçalamış, yeniden birleştirmiş, içine bir de bir sürü hayat dersiyle felsefe katmış.
Bana göre bu tarife en çok uyan kişiden bahsetmek istiyorum size; Atoine de Saint-Exupéry. Kiminiz onu yalnızca bir romancı olarak düşünüyor olabilirsiniz. Hatta çoğunuz onu sadece Küçük Prens’le tanıyorsunuz. Bu nedenle bir çocuk kitabı yazarı size göre Exupéry belki de. Evet, Küçük Prens… Üzerine sayfalarca tez yazılabilecek kadar büyük, kısacık bir eser. Öylesine bir çocuk kitabı gibi görünen ama aslında büyük küçük herkeste iz bırakabilecek, herkesi farklı yerlerden düşünmeye sevk edebilecek bir hikaye. Ki onu da ayrıca irdeleyeceğiz. Ama gelin şimdi bu şaheserin yazarına dönelim.
Exupéry’nin, çok bilinmese de birçok eseri bulunuyor. Ve neredeyse hepsinin kahramanı da kendisi diyebiliriz. Her eser ayrı tatlar bırakıyor zihinlerde ama bir o kadar da yazarın iç dünyasına iniyor kelime merdivenleri. Adeta yazarı tüm yönleriyle, özellikle de duygularıyla tanımış oluyorsunuz. Gizli saklı yok. Ruhunun içinde bir lunapark gibi kah eğlenerek, kah korkarak, kah hüzünlenerek dolaşıyorsunuz. Bir süre sonra, kendinizle ve yazarla, tıpkı Sokrates ve Platon gibi, felsefe tartışmaya başlıyorsunuz.
Mesela Savaş Pilot’unda, ‘İnsanı, kararlarını doğrulayan kalıplar üzerinden yargılamaya karşı çıkıyorum.’ diyerek, ezberlerimizi bozmaya çağırıyor bizi. Önemli olanın kendi yolumuz olduğunu, basmakalıp tüm düşüncelerden arınarak ancak “bize” ulaşabileceğimizi vurguluyor.
Güney postası ise daha başka bir gerçeği hatırlatıyor bize; yalnızlık. Oysa pek yakındaydı mutluluk, aramak istediğinizde; “Yıldızın yürüyüşünü hesapladınız, ey laboratuvar uşakları ama yıldızı bilmez oldunuz.”
“Ama insanlar zavallı şeylerdir.” Doğa karşısındaki çaresizliğimizi gözler önüne seriyor bu sözlerle, Gece Uçuşu ’nda.
İnsanoğlunun ileriye kör bakıp, kendini bulamadan adım atışını ve belki de bu yüzden kaybedişini yüzümüze vuruyor Yel, Kum ve Yıldızlar ’da. “Her ilerleme, daha yeni edindiğimiz alışkanlıkların biraz daha ötesine attı bizi, gerçekte daha yurdunu kurmamış göçmenleriz biz.”
Bir Rehineye Mektup ’ta belki de son sözü söylüyor; “Bir gülümseme çoğu zaman esas olandır. İnsan bir gülümsemeyle karşılık bulur. Bir gülümsemeyle ödüllendirilir. Bir gülümsemeyle harekete geçer. Ve bir gülümsemenin vasfı insanın ölümüne neden olabilir.”
Tüm düşüncelerinin, tüm hayatının özeti olan Kale’de ise kapanışını yapıyor ve insanlığın kurtarılamaz yitikliğini ve belki de kendi vazgeçmişliğini anlatıyor şu sözlerle; “Kimse istemedikten sonra, bir elmas ya da bir inci ne değer taşır ki!”.
Exupéry, Küçük Prens romanında olduğu gibi diğer bütün kitaplarında da hem hassasiyet ve nahifliğini, hem de maceracı ruhunu ortaya koyuyor bana göre.
Dünyaya dair, insanlara ve iç dünyalarına dair çözümlemeler sunuyor ve sizi de düşünmeye sevk ediyor. Şanslıysanız ve içinizde birazcık çocukluk kırıntısı kalmışsa, onları süpürüp birleştiriyor hatta. Yetişkin bedeniniz, biraz olsun çocuk oluyor. Kim bilir belki de bazılarımızın ruhlarını da kurtarıyor.
Ama maceracı tarafı maalesef ruhu gibi kırılgan bedenini de sular altına gömüyor. Son dalışı okyanusa doğru oluyor ve tadı damağımızda kalan, o kendinden büyük kelimeleri kendisiyle birlikte balıkları doyuruyor.
Geriye, değiştiremediği bu insanlık dışı dünyada, kurtardığı ruhlar ve kurtarılmayı bekleyen bir avuç siluet kalıyor.
Eğer siz de, biraz yorucu da olsa, o avuca sığmak istiyorsanız, bence ilk durağınız Antoine de Saint-Exupéry olmalı. Zira önce çocukluğunuz çıkmalı yüzeye.