DÜNYA ÖLÜRKEN!!!

 

 

 

 

 

 

Bir film ya da dizi izlerken, karakterlerden biri kendini küçük düşürücü bir duruma soktuğunda, kendimi, içimde büyüyen utançla büzüşmüş bulurum. Karakterin içine girip, duygularını beynimin kıvrımlarında hissedip saç tellerimden başparmağıma kadar kızarırım.

Şu an yine aynı hislerle doluyum. Üstelik bu kez bir film sahnesi de değil karşımda oynanan. Tamamıyla gerçek. Hatta benim de ucundan kıyısından katkım olan bir gerçeklik. İnsanoğlu sahnesi.

Downsizing (Küçülen Hayatlar) filminde bir sahnede bahsediliyordu; ceviz beyinli timsahlar iki yüz milyon yıl yaşamayı başarmışken, aşırı gelişmiş beyinleriyle övünen biz insanlar ancak iki yüz bin sene yaşamayı başaracağız bu dünyada.

Zaman dolmak üzere. Müsriflikle, aç gözlülükle dünyayı yavaş yavaş öldürdük. Evet, evet öldürdük. Hasta falan değil artık dünya. Düpedüz mortingen şıtrayze.

Titiz bir çalışma sonucu, parça parça söktük attık yaşamsal organlarımızın hepsini. Önce ciğerlerimizi dumanla doldurduk, baktık sis çok yayıldı göz gözü görmüyor, çaktırmadan o ciğerleri komple alsak ne olur dedik, yıktık geçtik yeşile dair ne varsa. Sanki griler bizi doğadan, pardon, doğayı bizden koruyabilecekmiş gibi.

Yedik yedik doyuramadık bir türlü kendimizi. Doymadıkça ihtiyacımızdan fazla ürettik, ürettikçe ihtiyacımızdan fazla tükettik. Bu kısır döngü içinde debelenirken, ne içtiğimiz suyun hesabını yaptık, ne telef ettiğimiz canlıların farkına vardık, ne de hakkını elinden zorla söküp aldığımız ev arkadaşlarımızı ciddiye aldık.

Sonuç; kendi çamurunda boğulan bir avuç et parçası olmaya her gün biraz daha yaklaştık.

İnsanlar öldüğünde saçları, tırnakları uzamaya devam edermiş bir süre daha. Hatta dışkılama bile yaparlarmış, ki zaten en iyi yaptıkları şey kanımca yaşarken de. Dünya da şu an tırnak uzatıyor. Gaz salınımına başladı önce ve en son kakasını yapacak, içinde de biz olacağız.

Antarktika kıtası civarında, deniz yatağında metan gazı sızıntısı birkaç yıl önce başlamış. Onu tüketen mikropların ortaya çıkmıyor olması, gazın depolanmasına ve akabinde sızıntıya sebep oluyormuş. Bunun da başlıca sebebi, küresel ısınma. Buzullardaki erimenin bir etkisi olarak görülen bu sızıntı, küresel ısınmanın geri dönüşü olmayan bir noktaya geldiğinin göstergesi imiş. Kısacası, artık iklim krizi, çözümsüz bir hale gelmiş gibi görünüyor. Tükeniş tahmin edilenden de yakın. Ama biz hala sonsuza dek yaşayacakmışız gibi birbirimizi çiğnemeden yutmaya çalışmaya devam ediyoruz. Toplumlar olarak, birbirimizle sidik yarıştırıp; “Ben haklıyım.”, “Hayır ben daha haklıyım.” Diye bağırıp güç savaşına giriyoruz. Dinimizi, ten rengimizi, kan grubumuzu, kafatasımızın şeklini bahane edip kimi zaman kendimizi kimi zaman başkalarını dışlıyoruz. Dışlayınca böbürleniyoruz, dışlanınca ezik hissediyoruz.

Sonuç; hazımsızlık. Hazımsızlıksa fena illet; bir yanda içinizden çıkmaya çalışan çöp yığını, diğer yanda inkar edilen gurultular yüzünden kasım kasım kasılan bedeniniz. Kuyruk dik ama akıllar yitik. Kafalar gidince hep daha fazla ve daha fazla, her şeyden daha fazla istiyoruz. Ve son; “Dinozorlar merhaba.”

Savaş çığlıkları atan insanlara çok gülüyorum o yüzden. O, şu, bu, bize düşmanmış, bizi bastırmaya çalışıyorlarmış, gücümüzü çekemiyorlarmış, topraklarımızı alacaklarmış, falanmış da filanmış.

Vatan toprağının bir zerresi bile değerlidir elbet. Hele ki hakkı yoksa karşı tarafın, hele ki özgürlüğünüze göz diktiyse, kendinizi korumanız gerekir, var gücünüzle karşı koymanız gerekir. Ama biz, vatan millet sakarya diye bağırıp korumaya çalıştığımız vatan toprağını bile, toprağı yok ederek savunuyoruz.

Siz komşunun evine girip ortalığı kana bulayınca size bulaşmayacak mı kırmızısı? Hiroşima bombalandığında bundan yalnızca Hiroşima ya da Japonya mı etkilendi, yoksa tüm dünya uzun süre zehrini mi soludu? Aşırı ve kör duygularla hareket edince, insan kendini kutsal bir davanın parçası gibi hissediyor. Her inanç kişiye göre kutsaldır elbet ancak maalesef insanların göremediği asıl kutsal dava dünyanın geleceği. Bizden önce doğa vardı ve bizden sonra da olacak ama biz ona ne kadar saygısızlık edersek o kadar erken içine alacak bizi.

Geçmişe ve bugüne bakmayanlar işte tam da bu durumu inkar ediyorlar. “Hepimiz nasılsa bir gün öleceğiz.” mottosuyla yaşayıp, olağanca bencillikleriyle kendi evlatlarını bile hesaba katmıyorlar ‘savaş, savaş’ diye naralar atanlar. Ellerine hiç tanımadıkları insanların ülkelerine ait bayrakları alıp, sözde din kardeşlerine destek oluyorlar, yine kutsal bir davanın neferleri ilan ediyorlar kendilerini. Oysa diğer tarafta çocukları, torunları yarın içecek su bulabilecekler mi bilmiyorlar ve hatta ne yazık ki düşünmüyorlar bile. Ağızlarında dillerinden düşürmedikleri din, dil, ırk kardeşliği, arkadaki hikayeyi bilmiyorlar. Kulaklarına bilerek çalınan, önceden hazırlanmış yönlendirme haberlerle dolmuş zihinleriyle ellerine aldıkları taşlar, sopalarla, dillerine doladıkları ezber cümlelerle yakıp yıkmaya çağırıyorlar.

Bize bu savaş çığlıklarını attıran sansarların da muhakkak cenazeden haberleri vardır. Benim kafamı en çok kurcalayan da o ya zaten. Bunu bilip hala ateşle oynamaları bana bir kaçış senaryoları olduğu hissini veriyor. Hepsinin değil elbette ama bir kısmının helvadan önceye ait çıkış bileti var gibi.

Kendilerini, sahip oldukları güce öylesine kaptırmışlar ki, tam da önümüzde açtıkları uçurumu umursamıyorlar. Gözler yalnızca savaşı görüyor ve tabi savaş ganimetlerini. Kimin öleceği, kimin yaşayacağı, kimin zora düşeceği, aç kalacağı ya da vatanından olacağı onlar için hiçbir zaman önemli olmadı zaten, ama artık menfaatler bir aslında. Milliyetçi, ulusalcı duygular her vatandaşın yüreğinde saklı durur. Özellikle harp zamanlarında yüzeye çıkarlar. Ama bu duyguların da devri geçti.

Büyük mücadeleler, büyük savaşlar, keşifler hep ileriye, geleceğe adını yazdırmak için değil mi? Peki şimdi, yaşadığımız gezegeni öldürmüşken, hangi geleceğe ismimizi yazdırmaya çalışıyoruz ki? Üzerinde yaşayabileceği bir yer bırakamazken bizden sonraki nesillere, atomları mı anacak bizi?

Yorum yapın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir