Amin Maalouf’un Doğunun Limanları kitabında ana karakter şöyle bir soru sorar yazara; “Bir insanın hayatının doğumuyla başladığına emin misiniz?”
Bir etiket varsa üstünüzde, muhtemelen çok eskilere dayanıyordur. Yani siz daha doğmadan yıllar yıllar önce hayat kitabınıza dipnot olarak yazılmıştır içerikteki lanet. Sizin değildir ama hayatınızın odak noktasıdır çoğunlukla. İnsanlar sizi ona göre tanımlar. Dostlarınız, akrabalarınız bile, sizi tanımadan, size ait olmayan bu bilgileri koyarlar sizin için ördükleri kalıplarının içine. Tanımadıklarınız da, sizinkini bilmeseler de, size benzeyenlere ait etiketleri gözlerinin önüne getirirler ve sizden eser yoktur zihinlerindeki sizde.
Lanetler her zaman onların beyninde değildir tabi. Bazen sadece kanınızda mevcuttur. Kalıtsal delilikler, genişleyemeyen beyinler ve daha bir sürüsü sizi esir eder. Hapishanenizi farkında olmadan kabullenmişsinizdir siz de. O, sizin geçmişiniz sandığınız geçmişin, kaderiniz olduğunu düşünürsünüz. Bu yüzden cezanıza da razı olur, karşı koymaya çalışmazsınız. Çünkü siz hep kalabalıksınızdır.
Bazen beton duvarlar sizin için su gibidir. Gerçek olmadıklarını bilirsiniz şanslıysanız biraz ya da varsalar bile aşmasını öğrenirsiniz. Sırıkla atlamayı biliyorsanız tabi. Sıkı bir çalışmayla aşılamayacak rekorlar yoktur elbette. Azıcık ter döksek yeter.
Ama ya bunu aşmayı başaramayanlar? Kabul edelim, hepimiz atletizm şampiyonu olarak gelmiyoruz dünyaya. Bazılarımız ne kadar çalışırsa çalışsın, ne kadar çok ter dökerse döksün, o sırık, ağırlığımız altında bin parçaya bölünmeye mahkum olabilir. Sonrasında yapıştırıcı da kar etmeyecektir muhtemelen. Hakemin de bize yeniden ve yeniden ve yeniden şans vereceğini pek sanmıyorum. Hatta antrenörünüz bile beceriksizliğiniz karşısında beyaz havlusunu suratınıza çarpmak suretiyle yere fırlatabilir.
Herkesin balyozu eline alma isteği olacak diye bir şey de yok elbette. Kapısı, penceresi olmayan kurallar duvarının arkasında hayatından olanca memnun insanlar da mevcuttur belki de. Ya da en azından başkasını bilmeyip yetinmeyi öğrenmiş olanlar vardır. Orada olmayı mutlulukla bir tutanlar.
Ama önemli olan, “gerçekten” mutlu olmak değil miydi hayatta. Hani barışla huzurla yaşamak diye bir hayal vardı? Bunun için en azından bir kapıya ihtiyacımız yok mu sizce de? Bazılarımız yalnızca mutlu olmak için yaşıyorken, mutsuzluk dolu kuralların içinde boğulmaya terk etmek neden kendimizi?