Sarıyı seviyoruz…
Ne zaman bir kitapçıya girip o sapsarı kitaplarla bezeli rafı görsem bir tane daha alsam mı diye geçer içimden ya da bir daha şunu okusam mı? Saramago; bana sarıyı sevdiren yazar.
Aslında seneler önce karşılaşsak da kendisiyle, sanırım dijital olarak okumaya çalıştığımdandır, aramızda bir çekim olmamıştı. Körlük’le ilk bana geldiğinde kendisini biraz sıkıcı bulduğumu bile itiraf etmeliyim. Ne zamanki kitapçıya girip o ilk sarıyı, hatta aynı adlı sarıyı elime aldım, işte o zaman gerçekten tanıştık.
O zaman bile çok kolay olmadı samimi bir bağ kurmamız. Çünkü kendisi biraz, “Ben size kendimi anlatmam; zorlanın ve beni, siz anlayın.” tarzı bir yazar.
Kitabın, herhangi bir kitabının, kapağını ilk açtığınızda olay, zaman, mekân kurgusunu hemen anlayamıyorsunuz. Diyalogların nereden ve kimden geldiğini de hatta. Çünkü Saramago, alışılmışın dışında bir yazar olduğunu, içerikten önce biçemde anlatıyor size.
Bir yazı düşünün, nokta ve virgül dışında hiçbir işaret yok. Paragraf yok. Diyalog öncesi sonrası, kim dedi bunu diyebileceğiniz bir açıklama yok. Her şeyi kendiniz çözmek zorundasınız. Yazarın zihni ile baş başasınız. Hatta baş başa da değil, bir başınasınız. Yazılanları okurken, aynı anda yazarın aklından geçenleri de okumak zorundasınız.
Ama eğer, direnmez ve kendinizi akışa bırakırsanız, muhtemelen onuncu sayfadan sonra on yıllık dost gibi birbirinizi anlamaya başlıyorsunuz. Bir on sayfa sonra ise ayrılmaz iki dost oluyorsunuz. Birbirinizin cümlelerini tamamlıyorsunuz. Ama bunun için kendinizi ona teslim etmeniz gerekiyor. O teslimiyet duygusu size bir kitaptan alabileceğiniz en muhteşem hazları da birlikte getiriyor.
Popüler bir giriş yapmak isterseniz Saramago macerasına, Körlük size tüm bu anlattıklarımı verebilecek güçte bir eser. Yaşama karşı duruşumuzdaki bozukluğu, hayatta kalma içgüdüsüyle nasıl da ileri düzey skolyoza dönüştürdüğümüzü, doğru rehberliğe sahip olanlarımızın, o biçimsiz eğriliği nasıl da dimdik bir duruşa çevirdiğini, çevirmek zorunda kaldığını adım adım izliyor ve hatta deneyimliyoruz.
Gözlerimizi kaybetmek anlamamıza yetmemiş olacak ki, Saramago bu kez Görmek’le sınıyor bizi. Anlamadıysanız biraz daha açayım diyor ve çarpık sistemin aslında nasıl da değiştirilebilir olduğunu anlatıyor. Önemli olan düşünmek ve aynı düşüncelerle, birlikte, eyleme geçmek.
Bir de Kabil meselesi var. Evet evet, bildiğimiz Kabil. Ama bilmediğimiz bir hikâye. İnançlı olup olmamaktan ziyade, vicdanlı olup olmamak meselesinin anlatılmaya çalışıldığı, ama bunu yaparken din adı altında bize sunulan antidepresanların içindekiler bölümünü bize açan bir yapıt bence. İnançların ya da geleneklerin, saygı duyulması gerektiği kadar mantıksızlıklarının da gözler önüne serilmesi gerektiğinden bahsediyor. Her şeyin olduğu gibi, dindeki zorbalık ve haksızlıkların da müsebbibinin ‘İNSAN’ olduğunun bir kez daha altını çiziyor. Tabi ki muazzam bir dil ve anlatımla, bir o kadar da esprili, keyifli bir üslupla.
Din ve inanışlara ok fırlattığı bir diğer hikâye de İsa’ya Göre İncil’dir. Burada da bir ters yüz ediş söz konusu oluğu için, takdir edersiniz ki, kilisenin gazabından kurtulamamıştır. Bana sorarsanız aforoz edilmek yazarı çok da üzmemiştir. Zaten o değil mi ki diktelerden kaçınmamızı sürekli olarak bize dikte eden.
Bahsettiklerim, en bilinenleri olsa da oldukça uzun bir eser listesi var Saramago’nun. Hepsi birbirinden ilginç ve hepsi okunmaya ve konuşulmaya değer kitaplar.
Bir yazardan beklentiniz, size her konuda detay vermesinden ziyade sizinle fikir paylaşımı yapması ise, biraz zihninizi zorlamayı seviyorsanız ama bir süre sonra bir olup onunla aynı ruhu da paylaşabilirim diyorsanız, muhtemelen siz de benim gibi artık sarıyı favori renkleriniz arasına sokacaksınız demektir.
Bol renkli okumalar dilerim.