DÜNYA ÖLÜRKEN
Bir film ya da dizi izlerken, karakterlerden biri kendini küçük düşürücü bir duruma soktuğunda, kendimi, içimde büyüyen utançla büzüşmüş bulurum. Karakterin içine girip, duygularını beynimin kıvrımlarında hissedip saç tellerimden başparmağıma kadar kızarırım.
Şu an yine aynı hislerle doluyum. Üstelik bu kez bir film sahnesi de değil karşımda oynanan. Tamamıyla gerçek. Hatta benim de ucundan kıyısından katkım olan bir gerçeklik. İnsanoğlu sahnesi.
Downsizing (Küçülen Hayatlar) filminde bir sahnede bahsediliyordu; ceviz beyinli timsahlar iki yüz milyon yıl yaşamayı başarmışken, aşırı gelişmiş beyinleriyle övünen biz insanlar ancak iki yüz bin sene yaşamayı başaracağız bu dünyada.
Zaman dolmak üzere. Müsriflikle, aç gözlülükle dünyayı yavaş yavaş öldürdük. Evet, evet öldürdük. Hasta falan değil artık dünya. Düpedüz mortingen şıtrayze.
Titiz bir çalışma sonucu, parça parça söktük attık yaşamsal organlarımızın hepsini. Önce ciğerlerimizi dumanla doldurduk, baktık sis çok yayıldı göz gözü görmüyor, çaktırmadan o ciğerleri komple alsak ne olur dedik, yıktık geçtik yeşile dair ne varsa. Sanki griler bizi doğadan, pardon, doğayı bizden koruyabilecekmiş gibi.
Yedik yedik doyuramadık bir türlü kendimizi. Doymadıkça ihtiyacımızdan fazla ürettik, ürettikçe ihtiyacımızdan fazla tükettik. Bu kısır döngü içinde debelenirken, ne içtiğimiz suyun hesabını yaptık, ne telef ettiğimiz canlıların farkına vardık, ne de hakkını elinden zorla söküp aldığımız ev arkadaşlarımızı ciddiye aldık.
Sonuç; kendi çamurunda boğulan bir avuç et parçası olmaya her gün biraz daha yaklaştık.
İnsanlar öldüğünde saçları, tırnakları uzamaya devam edermiş bir süre daha. Hatta dışkılama bile yaparlarmış, ki zaten en iyi yaptıkları şey kanımca yaşarken de. Dünya da şu an tırnak uzatıyor. Gaz salınımına başladı önce ve en son kakasını yapacak, içinde de biz olacağız.
Antarktika kıtası civarında, deniz yatağında metan gazı sızıntısı birkaç yıl önce başlamış. Onu tüketen mikropların ortaya çıkmıyor olması, gazın depolanmasına ve akabinde sızıntıya sebep oluyormuş. Bunun da başlıca sebebi, küresel ısınma. Buzullardaki erimenin bir etkisi olarak görülen bu sızıntı, küresel ısınmanın geri dönüşü olmayan bir noktaya geldiğinin göstergesi imiş. Kısacası, artık iklim krizi, çözümsüz bir hale gelmiş gibi görünüyor. Tükeniş tahmin edilenden de yakın. Ama biz hala sonsuza dek yaşayacakmışız gibi birbirimizi çiğnemeden yutmaya çalışmaya devam ediyoruz. Toplumlar olarak, birbirimizle sidik yarıştırıp; “Ben haklıyım.”, “Hayır ben daha haklıyım.” Diye bağırıp güç savaşına giriyoruz. Dinimizi, ten rengimizi, kan grubumuzu, kafatasımızın şeklini bahane edip kimi zaman kendimizi kimi zaman başkalarını dışlıyoruz. Dışlayınca böbürleniyoruz, dışlanınca ezik hissediyoruz.
Sonuç; hazımsızlık. Hazımsızlıksa fena illet; bir yanda içinizden çıkmaya çalışan çöp yığını, diğer yanda inkar edilen gurultular yüzünden kasım kasım kasılan bedeniniz. Kuyruk dik ama akıllar yitik. Kafalar gidince hep daha fazla ve daha fazla, her şeyden daha fazla istiyoruz. Ve son; “Dinozorlar merhaba.”
Savaş çığlıkları atan insanlara çok gülüyorum o yüzden. O, şu, bu, bize düşmanmış, bizi bastırmaya çalışıyorlarmış, gücümüzü çekemiyorlarmış, topraklarımızı alacaklarmış, falanmış da filanmış.
Vatan toprağının bir zerresi bile değerlidir elbet. Hele ki hakkı yoksa karşı tarafın, hele ki özgürlüğünüze göz diktiyse, kendinizi korumanız gerekir, var gücünüzle karşı koymanız gerekir. Ama biz, vatan millet sakarya diye bağırıp korumaya çalıştığımız vatan toprağını bile, toprağı yok ederek savunuyoruz.
Siz komşunun evine girip ortalığı kana bulayınca size bulaşmayacak mı kırmızısı? Hiroşima bombalandığında bundan yalnızca Hiroşima ya da Japonya mı etkilendi, yoksa tüm dünya uzun süre zehrini mi soludu? Aşırı ve kör duygularla hareket edince, insan kendini kutsal bir davanın parçası gibi hissediyor. Her inanç kişiye göre kutsaldır elbet ancak maalesef insanların göremediği asıl kutsal dava dünyanın geleceği. Bizden önce doğa vardı ve bizden sonra da olacak ama biz ona ne kadar saygısızlık edersek o kadar erken içine alacak bizi.
Geçmişe ve bugüne bakmayanlar işte tam da bu durumu inkar ediyorlar. “Hepimiz nasılsa bir gün öleceğiz.” mottosuyla yaşayıp, olağanca bencillikleriyle kendi evlatlarını bile hesaba katmıyorlar ‘savaş, savaş’ diye naralar atanlar. Ellerine hiç tanımadıkları insanların ülkelerine ait bayrakları alıp, sözde din kardeşlerine destek oluyorlar, yine kutsal bir davanın neferleri ilan ediyorlar kendilerini. Oysa diğer tarafta çocukları, torunları yarın içecek su bulabilecekler mi bilmiyorlar ve hatta ne yazık ki düşünmüyorlar bile. Ağızlarında dillerinden düşürmedikleri din, dil, ırk kardeşliği, arkadaki hikayeyi bilmiyorlar. Kulaklarına bilerek çalınan, önceden hazırlanmış yönlendirme haberlerle dolmuş zihinleriyle ellerine aldıkları taşlar, sopalarla, dillerine doladıkları ezber cümlelerle yakıp yıkmaya çağırıyorlar.
Bize bu savaş çığlıklarını attıran sansarların da muhakkak cenazeden haberleri vardır. Benim kafamı en çok kurcalayan da o ya zaten. Bunu bilip hala ateşle oynamaları bana bir kaçış senaryoları olduğu hissini veriyor. Hepsinin değil elbette ama bir kısmının helvadan önceye ait çıkış bileti var gibi.
Kendilerini, sahip oldukları güce öylesine kaptırmışlar ki, tam da önümüzde açtıkları uçurumu umursamıyorlar. Gözler yalnızca savaşı görüyor ve tabi savaş ganimetlerini. Kimin öleceği, kimin yaşayacağı, kimin zora düşeceği, aç kalacağı ya da vatanından olacağı onlar için hiçbir zaman önemli olmadı zaten, ama artık menfaatler bir aslında. Milliyetçi, ulusalcı duygular her vatandaşın yüreğinde saklı durur. Özellikle harp zamanlarında yüzeye çıkarlar. Ama bu duyguların da devri geçti.
Büyük mücadeleler, büyük savaşlar, keşifler hep ileriye, geleceğe adını yazdırmak için değil mi? Peki şimdi, yaşadığımız gezegeni öldürmüşken, hangi geleceğe ismimizi yazdırmaya çalışıyoruz ki? Üzerinde yaşayabileceği bir yer bırakamazken bizden sonraki nesillere, atomları mı anacak bizi?
DERİN
Kapalı gözlerim. Ellerim karanlığı desteklemek istercesine göz kapaklarımı zorluyor. Avuçlarımın terleyip göz bebeğime değin uzanan tuzlu tadı beynimin kıvrımlarına doğru ilerliyor.
Kör edici bir gürültü var etrafımda. Sessiz ve kalabalık. Kendimi kapatmak istiyorum tüm seslere, kişilere ama en çok da ışıklara.
Kapana kısıldım. Aklımın derinliklerinde bir labirentteyim ve içeride binlerce kapı var. Hangisine doğru ilerleyeceğim hakkında hiçbir fikrim yok. Elimi atıp deniyorum bir iki tanesini ama hepsi asma kilitlerle mühürlenmiş.
Karanlığımın ortasında zifiri bir figür olmak istiyorum. Kimse görmeden ışıktan kaçabilirim belki. Belki de daha başka renklere böylece kavuşabilirim. Ya da sadece kopkoyu beyazıma.
Hıçkırıklarım içeride sessizce, kimse görmeden boğuyor beni. Büyüyor içim, bir bebeğin alışıldık sıkıntısı gibi. İçim büyürken ben büzüşüyorum sanki. İçe çekiliyorum, en derine, en karanlığa, en ıslak ve en yakıcı hislerime.
İzinsiz bir türkü kulağımdan bedenime doğru ilerliyor. Daha da ıslanıyor içimdeki deniz. Tuzlu su, topladığı çöp yığınıyla birlikte yüzüme vuruyor hıncını. Biri takılı kalıyor plastiklerin, saçlarımın arasında; dalgalar çekilirken evine, bir yabancıyla baş başa kalmak gibi ıssızlıkta. Yüzgeçlerine takılan poşetle yüzmeye çalışan yunuslar gibi çaresiz çırpınıyorum, kaçmak için, nefes almak için, el değmemişliğime ulaşmak için…
Sonra;
Gülümsüyorum dünyaya, hayatıma, geçmişime… Gülümsüyorum yıpratan tüm o yaşanmışlıklarıma, gülümsüyorum ki kıramasınlar beni bir daha pişmanlıklarım. Gülümsüyorum ki anlayamasın kimse ne kadar incinmiş olduğumu. Zaaflarımı göremesin kimse. Gülümseyerek bakıyorum geleceğime. Gerçek olmasa bile, umudum ve cesaretim varmış gibi yaşıyorum. Bir gün, ihtimallerin en azından, gerçek olması hayali içimde.
UYKU
Günden güne daha fazla çöküyoruz, içimize doğru. Hiç kimse, hiç kimsenin ne derdi var bilmiyor. Bilmiyor çünkü kulaklarına tıpa takmış herkes, yalnızca küçücük ekranlardan birbirlerine bakıyor. Hiç kimse konuşmuyor, sadece tık tık sesleri parmaklarının ucunda.
Oysa herkesin, kendince, bir sürü derdi var. Ama biz bunları bilsek bile yok sayıyoruz. Yalnızca sıkıntısı olan bizmişiz gibi davranıyoruz. Aslında hepimiz benzer sorunlar yaşarken, ‘Benimki daha zor.’ deyip, diğerlerini küçümsüyoruz.
Ortak bilmeceler, ortak niyetler mazi, mazi de kalbimizde koca bir yara. Es kaza dillendirsek, şükretmeyi bilmiyoruz. Sussak otursak kenarda, zaten umursamıyoruz. Çoğul olma fikri de çöpe atılıyor bu eleştirilerin karanlığında. Geri dönüşümde bile yalnız kalıyoruz.
Zaman zaman umursayanlar çıkıyor, ama onlar da umursarmış gibi yapanlarla çığ gibi üzerimize düşüyor. Sanal gerçekliğimiz, gerçek dünyamızı bilinmeze sürüklüyor. Tam birlik olduk derken, bizi uçtan uca birbirimize karşı şifreliyor.
Yeni doğmuş bebekler bile telefon sesiyle rahatlıyor. Kurutma makinasının sesi out, iphone melody in.
Birilerine telefon edip çığlık atsanız kimse duymuyor ama; operatör çekmiyor o anda! Kesik kesik kelimeler, parça parça batıyor boğazınıza. Sonra nerenizden çıkaracağınızı bilemiyorsunuz. Belki yazıp çizerek, belki sadece gülerek halının altındaki tepeyi besliyorsunuz. Ne de olsa kendinizle alay etmekten öte bir çözüm kalmıyor ufukta.
Sonra üşüyorsunuz gecenin bir yarısı battaniyenizin altında. Önce bir esneme geliyor ağzınıza, sonra göz kapaklarınız kapanıyor yavaşça. En sonunda bedeniniz dayanamıyor beyaz ekranın ışığına, atıveriyorsunuz kendinizi yatağa.
GEÇMİŞİNDEN SIYRILMAK
Amin Maalouf’un Doğunun Limanları kitabında ana karakter şöyle bir soru sorar yazara; “Bir insanın hayatının doğumuyla başladığına emin misiniz?”
Bir etiket varsa üstünüzde, muhtemelen çok eskilere dayanıyordur. Yani siz daha doğmadan yıllar yıllar önce hayat kitabınıza dipnot olarak yazılmıştır içerikteki lanet. Sizin değildir ama hayatınızın odak noktasıdır çoğunlukla. İnsanlar sizi ona göre tanımlar. Dostlarınız, akrabalarınız bile, sizi tanımadan, size ait olmayan bu bilgileri koyarlar sizin için ördükleri kalıplarının içine. Tanımadıklarınız da, sizinkini bilmeseler de, size benzeyenlere ait etiketleri gözlerinin önüne getirirler ve sizden eser yoktur zihinlerindeki sizde.
Lanetler her zaman onların beyninde değildir tabi. Bazen sadece kanınızda mevcuttur. Kalıtsal delilikler, genişleyemeyen beyinler ve daha bir sürüsü sizi esir eder. Hapishanenizi farkında olmadan kabullenmişsinizdir siz de. O, sizin geçmişiniz sandığınız geçmişin, kaderiniz olduğunu düşünürsünüz. Bu yüzden cezanıza da razı olur, karşı koymaya çalışmazsınız. Çünkü siz hep kalabalıksınızdır.
Bazen beton duvarlar sizin için su gibidir. Gerçek olmadıklarını bilirsiniz şanslıysanız biraz ya da varsalar bile aşmasını öğrenirsiniz. Sırıkla atlamayı biliyorsanız tabi. Sıkı bir çalışmayla aşılamayacak rekorlar yoktur elbette. Azıcık ter döksek yeter.
Ama ya bunu aşmayı başaramayanlar? Kabul edelim, hepimiz atletizm şampiyonu olarak gelmiyoruz dünyaya. Bazılarımız ne kadar çalışırsa çalışsın, ne kadar çok ter dökerse döksün, o sırık, ağırlığımız altında bin parçaya bölünmeye mahkum olabilir. Sonrasında yapıştırıcı da kar etmeyecektir muhtemelen. Hakemin de bize yeniden ve yeniden ve yeniden şans vereceğini pek sanmıyorum. Hatta antrenörünüz bile beceriksizliğiniz karşısında beyaz havlusunu suratınıza çarpmak suretiyle yere fırlatabilir.
Herkesin balyozu eline alma isteği olacak diye bir şey de yok elbette. Kapısı, penceresi olmayan kurallar duvarının arkasında hayatından olanca memnun insanlar da mevcuttur belki de. Ya da en azından başkasını bilmeyip yetinmeyi öğrenmiş olanlar vardır. Orada olmayı mutlulukla bir tutanlar.
Ama önemli olan, “gerçekten” mutlu olmak değil miydi hayatta. Hani barışla huzurla yaşamak diye bir hayal vardı? Bunun için en azından bir kapıya ihtiyacımız yok mu sizce de? Bazılarımız yalnızca mutlu olmak için yaşıyorken, mutsuzluk dolu kuralların içinde boğulmaya terk etmek neden kendimizi?