JOSE SARAMAGO
Sarıyı seviyoruz…
Ne zaman bir kitapçıya girip o sapsarı kitaplarla bezeli rafı görsem bir tane daha alsam mı diye geçer içimden ya da bir daha şunu okusam mı? Saramago; bana sarıyı sevdiren yazar.
Aslında seneler önce karşılaşsak da kendisiyle, sanırım dijital olarak okumaya çalıştığımdandır, aramızda bir çekim olmamıştı. Körlük’le ilk bana geldiğinde kendisini biraz sıkıcı bulduğumu bile itiraf etmeliyim. Ne zamanki kitapçıya girip o ilk sarıyı, hatta aynı adlı sarıyı elime aldım, işte o zaman gerçekten tanıştık.
O zaman bile çok kolay olmadı samimi bir bağ kurmamız. Çünkü kendisi biraz, “Ben size kendimi anlatmam; zorlanın ve beni, siz anlayın.” tarzı bir yazar.
Kitabın, herhangi bir kitabının, kapağını ilk açtığınızda olay, zaman, mekân kurgusunu hemen anlayamıyorsunuz. Diyalogların nereden ve kimden geldiğini de hatta. Çünkü Saramago, alışılmışın dışında bir yazar olduğunu, içerikten önce biçemde anlatıyor size.
Bir yazı düşünün, nokta ve virgül dışında hiçbir işaret yok. Paragraf yok. Diyalog öncesi sonrası, kim dedi bunu diyebileceğiniz bir açıklama yok. Her şeyi kendiniz çözmek zorundasınız. Yazarın zihni ile baş başasınız. Hatta baş başa da değil, bir başınasınız. Yazılanları okurken, aynı anda yazarın aklından geçenleri de okumak zorundasınız.
Ama eğer, direnmez ve kendinizi akışa bırakırsanız, muhtemelen onuncu sayfadan sonra on yıllık dost gibi birbirinizi anlamaya başlıyorsunuz. Bir on sayfa sonra ise ayrılmaz iki dost oluyorsunuz. Birbirinizin cümlelerini tamamlıyorsunuz. Ama bunun için kendinizi ona teslim etmeniz gerekiyor. O teslimiyet duygusu size bir kitaptan alabileceğiniz en muhteşem hazları da birlikte getiriyor.
Popüler bir giriş yapmak isterseniz Saramago macerasına, Körlük size tüm bu anlattıklarımı verebilecek güçte bir eser. Yaşama karşı duruşumuzdaki bozukluğu, hayatta kalma içgüdüsüyle nasıl da ileri düzey skolyoza dönüştürdüğümüzü, doğru rehberliğe sahip olanlarımızın, o biçimsiz eğriliği nasıl da dimdik bir duruşa çevirdiğini, çevirmek zorunda kaldığını adım adım izliyor ve hatta deneyimliyoruz.
Gözlerimizi kaybetmek anlamamıza yetmemiş olacak ki, Saramago bu kez Görmek’le sınıyor bizi. Anlamadıysanız biraz daha açayım diyor ve çarpık sistemin aslında nasıl da değiştirilebilir olduğunu anlatıyor. Önemli olan düşünmek ve aynı düşüncelerle, birlikte, eyleme geçmek.
Bir de Kabil meselesi var. Evet evet, bildiğimiz Kabil. Ama bilmediğimiz bir hikâye. İnançlı olup olmamaktan ziyade, vicdanlı olup olmamak meselesinin anlatılmaya çalışıldığı, ama bunu yaparken din adı altında bize sunulan antidepresanların içindekiler bölümünü bize açan bir yapıt bence. İnançların ya da geleneklerin, saygı duyulması gerektiği kadar mantıksızlıklarının da gözler önüne serilmesi gerektiğinden bahsediyor. Her şeyin olduğu gibi, dindeki zorbalık ve haksızlıkların da müsebbibinin ‘İNSAN’ olduğunun bir kez daha altını çiziyor. Tabi ki muazzam bir dil ve anlatımla, bir o kadar da esprili, keyifli bir üslupla.
Din ve inanışlara ok fırlattığı bir diğer hikâye de İsa’ya Göre İncil’dir. Burada da bir ters yüz ediş söz konusu oluğu için, takdir edersiniz ki, kilisenin gazabından kurtulamamıştır. Bana sorarsanız aforoz edilmek yazarı çok da üzmemiştir. Zaten o değil mi ki diktelerden kaçınmamızı sürekli olarak bize dikte eden.
Bahsettiklerim, en bilinenleri olsa da oldukça uzun bir eser listesi var Saramago’nun. Hepsi birbirinden ilginç ve hepsi okunmaya ve konuşulmaya değer kitaplar.
Bir yazardan beklentiniz, size her konuda detay vermesinden ziyade sizinle fikir paylaşımı yapması ise, biraz zihninizi zorlamayı seviyorsanız ama bir süre sonra bir olup onunla aynı ruhu da paylaşabilirim diyorsanız, muhtemelen siz de benim gibi artık sarıyı favori renkleriniz arasına sokacaksınız demektir.
ANTOİNE DE SAİNT-EXUPERY
Yazar olup da kendi hayatının izlerini kitaplarına ya da hikâyelerine taşımayan yoktur sanırım. Ama bazıları var ki, tüm hayatlarını bir edebi esere dönüştürmüş, bölmüş, parçalamış, yeniden birleştirmiş, içine bir de bir sürü hayat dersiyle felsefe katmış.
Bana göre bu tarife en çok uyan kişiden bahsetmek istiyorum size; Atoine de Saint-Exupéry. Kiminiz onu yalnızca bir romancı olarak düşünüyor olabilirsiniz. Hatta çoğunuz onu sadece Küçük Prens’le tanıyorsunuz. Bu nedenle bir çocuk kitabı yazarı size göre Exupéry belki de. Evet, Küçük Prens… Üzerine sayfalarca tez yazılabilecek kadar büyük, kısacık bir eser. Öylesine bir çocuk kitabı gibi görünen ama aslında büyük küçük herkeste iz bırakabilecek, herkesi farklı yerlerden düşünmeye sevk edebilecek bir hikaye. Ki onu da ayrıca irdeleyeceğiz. Ama gelin şimdi bu şaheserin yazarına dönelim.
Exupéry’nin, çok bilinmese de birçok eseri bulunuyor. Ve neredeyse hepsinin kahramanı da kendisi diyebiliriz. Her eser ayrı tatlar bırakıyor zihinlerde ama bir o kadar da yazarın iç dünyasına iniyor kelime merdivenleri. Adeta yazarı tüm yönleriyle, özellikle de duygularıyla tanımış oluyorsunuz. Gizli saklı yok. Ruhunun içinde bir lunapark gibi kah eğlenerek, kah korkarak, kah hüzünlenerek dolaşıyorsunuz. Bir süre sonra, kendinizle ve yazarla, tıpkı Sokrates ve Platon gibi, felsefe tartışmaya başlıyorsunuz.
Mesela Savaş Pilot’unda, ‘İnsanı, kararlarını doğrulayan kalıplar üzerinden yargılamaya karşı çıkıyorum.’ diyerek, ezberlerimizi bozmaya çağırıyor bizi. Önemli olanın kendi yolumuz olduğunu, basmakalıp tüm düşüncelerden arınarak ancak “bize” ulaşabileceğimizi vurguluyor.
Güney postası ise daha başka bir gerçeği hatırlatıyor bize; yalnızlık. Oysa pek yakındaydı mutluluk, aramak istediğinizde; “Yıldızın yürüyüşünü hesapladınız, ey laboratuvar uşakları ama yıldızı bilmez oldunuz.”
“Ama insanlar zavallı şeylerdir.” Doğa karşısındaki çaresizliğimizi gözler önüne seriyor bu sözlerle, Gece Uçuşu ’nda.
İnsanoğlunun ileriye kör bakıp, kendini bulamadan adım atışını ve belki de bu yüzden kaybedişini yüzümüze vuruyor Yel, Kum ve Yıldızlar ’da. “Her ilerleme, daha yeni edindiğimiz alışkanlıkların biraz daha ötesine attı bizi, gerçekte daha yurdunu kurmamış göçmenleriz biz.”
Bir Rehineye Mektup ’ta belki de son sözü söylüyor; “Bir gülümseme çoğu zaman esas olandır. İnsan bir gülümsemeyle karşılık bulur. Bir gülümsemeyle ödüllendirilir. Bir gülümsemeyle harekete geçer. Ve bir gülümsemenin vasfı insanın ölümüne neden olabilir.”
Tüm düşüncelerinin, tüm hayatının özeti olan Kale’de ise kapanışını yapıyor ve insanlığın kurtarılamaz yitikliğini ve belki de kendi vazgeçmişliğini anlatıyor şu sözlerle; “Kimse istemedikten sonra, bir elmas ya da bir inci ne değer taşır ki!”.
Exupéry, Küçük Prens romanında olduğu gibi diğer bütün kitaplarında da hem hassasiyet ve nahifliğini, hem de maceracı ruhunu ortaya koyuyor bana göre.
Dünyaya dair, insanlara ve iç dünyalarına dair çözümlemeler sunuyor ve sizi de düşünmeye sevk ediyor. Şanslıysanız ve içinizde birazcık çocukluk kırıntısı kalmışsa, onları süpürüp birleştiriyor hatta. Yetişkin bedeniniz, biraz olsun çocuk oluyor. Kim bilir belki de bazılarımızın ruhlarını da kurtarıyor.
Ama maceracı tarafı maalesef ruhu gibi kırılgan bedenini de sular altına gömüyor. Son dalışı okyanusa doğru oluyor ve tadı damağımızda kalan, o kendinden büyük kelimeleri kendisiyle birlikte balıkları doyuruyor.
Geriye, değiştiremediği bu insanlık dışı dünyada, kurtardığı ruhlar ve kurtarılmayı bekleyen bir avuç siluet kalıyor.
Eğer siz de, biraz yorucu da olsa, o avuca sığmak istiyorsanız, bence ilk durağınız Antoine de Saint-Exupéry olmalı. Zira önce çocukluğunuz çıkmalı yüzeye.
SABAHATTİN ALİ
“Çiçek açsın mı gönlünüz? O zaman tebessüm ediniz zarifçe, tüm anlamsız boş hüzünlerinize.”
Sabahattin Ali’nin biyografisi için internette epeyce araştırma yaptım. Baktım ki bütün anlatımlar şu cümle ya da benzerleri ile başlıyor; “25 Şubat 1907 doğumlu Türk yazar ve şair.”
Önce düşündüm ki, neden herkesin ulaşabildiği bir bilgiyle size bir edebiyatçıyı anlatmaya çalışayım. Aslında bir yazarı en iyi eserlerinden tanırsınız, bu aşikâr. Ama bir de dünya görüşünü, belki siyasi bakışını ya da buna benzer fikirlerini biraz bilmek gerekir. Hele ki okurken, salt bir hikâye okumak istemiyorum, altındaki düşünceyi, nereden geldiğini bilmek istiyorum diyorsanız, en azından o yazarın yaşadığı yere bakışı ile ilgili biraz olsun bilginiz olması gerekir.
O yüzden ben de, elimden geldiğince tarafsız olarak, yine elimden geldiğince fikirlerini ortaya koyan olayları anlatmaya çalışacağım.
Sabahattin Ali aslında hepimizin, hatta şiirle ya da hikâyeyle ilgisi olmayanlarımızın bile tanıdığı bir isim. İsmini hayatınızda hiç duymamış olabilirsiniz belki ama illaki bir Sezen Aksu şarkısı dinlemişliğiniz vardır ya da Edip Akbayram’la kendinizi halk müziğine teslim etmişliğiniz en azından. Zülfü Livaneli’yle Leylim Ley’i bağıra çığıra söylemiş olanınız bile vardır eminim.
Kısacası, Sabahattin Ali siz istemeseniz de size bir zaman küçük de olsa bir ezgi katmış bir sanatçı. Siyasi yanı da bir o kadar güçlü bir edebiyatçı aynı zamanda. Sosyalizm sevdalısı, sisteme başkaldırma eğiliminde bir taraftar. Ki bu duruşunu az önce bahsettiğim şarkılarda, yani şiirlerinde çokça görebilirsiniz.
Misal Kuyucaklı Yusuf’u okumaya başladığınızda, günümüz dünyasında yaşanan haksızlıkların o zaman da var olduğunu, eğitim sisteminin, adalet sisteminin, yönetimin, kısacası tüm işleyişin değişmesi gerektiğini anlarsınız. Ali, yüz yıl önce bugünün portresini çizmiş ve saf gerçekleri yansıtarak ilk başkaldırısını yapmıştır.
Başkaldırışı bir nevi kabullenişle devam eder İçimizdeki Şeytan’da. İnsanın, sırf insan olduğu için hata yapabileceğinden bahsederken, sanki kendi hataları için af diler.
En sonunda ise her şeye boyun eğer. En değerlisini, Kürk Mantolu Madonnası’nı kaybeder, içinde kapattığı kapıları bu kez asma kilitlerle kilitler. Hiçbir şey değişmemiştir ve değişmeyecektir. Artık gitme vaktidir.
Ali’nin romanlarında, hikâyelerinde ve şiirlerinde anlattığı hayat kendi gerçekliğinin bir yansımasıdır aslında. Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlükçü politikaları kendi inançları ile çeliştiği için, fikirleri yüzünden memleketimin güzelim şehirlerini parmaklıklar ardından izlemeye başlar. Yazdığı bir şiirle memuriyetinden ve özgürlüğünden olurken, dört duvar arası yazdığı bir başka şiirle yine özgürlüğüne ve memuriyetine kavuşur.
Ve işte tam da bundan sonra, Kuyucaklı Yusuf’un kötü kalpli kaymakamı ete kemiğe bürünür gözünüzde. “Ben de şeytana uydum.” deyiverir belki de, inandıklarını kendince yalanlarken İçimizdeki Şeytan’da. En sonunda da vazgeçişini ve kaçışını çizer Kürk Mantolu Madonna’da.
Benim de naçizane hayranlığımı kazandıran ama bir o kadar da kendisinden uzaklaştıran olaylar da bu çember içerisinde yaşanıyor. Fikrini özgürce savunuyor ama özgür kalmak için kelimeleri geri yutuyor.
Aslında hiçbir düşüncesinden vazgeçmemişken attığı bu geri adım, beni düşündüren sanırım. Aslen fikirlerini paylaşmasam da, dik duruşlu oluşu, baskıya boyun eğmeyen yapısı ilk hayranlığımın sebebi idi oysaki. Elbette eserlerinin özgünlüğü ve anlatımı asıl hayranlığımı kazandıran.
Siyasi eleştiriye girmek istemiyorum, zira karşısında olduğu kişi ve kurumlar hakkındaki eleştiremeyen bağlılığım buna biraz engel, ayrıca tepede kim olursa olsun her yönetim kendini eleştirenlere sıcak bakmıyor; bugün de, dün de, yarın da; bunu biliyoruz.
Bu hikâyedeki en ilginç durum bu değil ama kanımca. Bu konuların hiç konuşulmaması. Sebep belki Atatürk ve beraberindeki hükümetin eleştiri almasını engellemek, belki de Sabahattin Ali’ye olan sempatinin azalmasını engellemek. Ne olursa olsun bunları halen açıkça konuşamıyor olmak hazin bir durum elbette. Sabahattin Ali’nin tüm hikâyesinin sonu düşünülünce daha da vahim hale geliyor durum tabi ki. Baskılara dayanamayıp yurtdışına kaçmaya çalıştığı sırada, sırf farklı düşündüğü için katlediliyor.
Kısacası, çarpıcı ve dopdolu bir hayat Sabahattin Ali’ninki. Ne zaman doğduğunun ya da ne zaman öldüğünün, kaç tane eseri ne zaman yazdığının ya da ne iş yaptığının sanırım çok da önemi yok, eserlerini doğrudan etkilemediği sürece. Eserleri hangi düşünce ve duygularla yazdığı ve neye mal olduğu daha çok önem kazanıyor.
Son olarak; hangi görüşte olursanız olun, saygıyla önünde eğilebileceğiniz, dünü okuyup bugünü görebileceğiniz bir yazar Sabahattin Ali.